Heisenberg ve Schrödinger


Fizik ayrı bir dal ve en güzeli NEDEN diye sormayan demokratik bir dal. Sadece NASIL sorusunu soruyor.

Kuantum fiziğinde de hiçbir merkez yok. Zaman her yönde. Determinizm yok, olasılık var. Klasik olasılıktan farklı olarak kuantum teorisinde, olasılığın yanında bu olasılığa karşılık gelen ve varlık halinde bulunan bir nesne yoktur. Var olan tek şey olasılıktır. İşte bu ilginç gerçek, kafaları karıştıran ve kuantum mekaniğini çok tuhaf bir teori haline getiren meselelerden biridir. Bir elektrona bakmadığınız sürece onun ne yaptığını bilemezsiniz, kuantum fiziğinin bazı yorumları için geçerlidir. Einstein ne yani ben sırtımı aya dönersem ay yok mu olacak? diyerek bu yorumla dalga geçer.

Schrodinger'in Kedisi düşünce deneyi aslında Heisenberg'in kesinsizlik (uncertainty) ilkesi ile alay etmek için ortaya kondu.
Heisenberg, bu ilkesini felsefi anlamda genişleterek sübjektif idealist bir çizgi de nedenselliği tamamen inkar etti. Aklın İsyanı (T. Grant, A. Woods) kitabından bir alıntı: "Schrödinger, Heisenberg ve Bohr’un bir elektronun yada fotonun gözlenmediği sürece herhangi bir konuma sahip olmadığını ve ancak gözlemin bir sonucu olarak verili bir nokta da cisimleştiğini söyleyen iddialarıyla alay etti. Buna karşı çıkmak için, meşhur “düşünce deneyini” tasarladı. Bir kedi alalım ve onu küçük bir siyanür şişesiyle birlikte bir kutuya koyalım dedi. Bir Geiger sayacı bir atomun bozunduğunu saptadığında şişe kırılsın. Heisenberg’e göre, atom, birisi onu ölçünceye dek kendisinin bozulduğunu bilmez. Bu nedenle bu durumda birisi kutuyu açıp içine bakıncaya kadar, idealistlere göre kedi ne ölüdür ne de diri! Bu anekdotla, Schrödinger, kuantum fiziğinin Heisenberg öznel idealist yorumunun kabul edilmesinin doğurduğu saçma çelişkileri gün ışığına çıkarmayı hedeflemişti. Doğal süreçler insanoğlunun onu gözlemek için civarında bulunup bulunmamasından bağımsız bir şekilde, nesnel olarak gerçekleşir.

Schrodinger ve Heisenberg'in geçmişten gelen husumetini de işin içine katmak gerek. Schrodinger'in dalga mekaniğine karşın, Heisenberg matris mekaniğini geliştirmiş ve Nobel kazanmıştı.

Bu düşünce deneyinin en önemli sonuçlarından birini atlamayalım. Kutu açılana kadar kedi hem ölü hem diri. Bunu kesin olarak öğrenmemizin tek yolu kutuyu açmak. Bu durum, 'Gözlemciyi' deneyin bir parçası yapıyor. Bu deney aynı zamanda Einstein'a da atıf yapar rolativitenin bir referans arayışını da bir kez daha doğrular. Ama asıl amaç dikkati gözlemcinin etkisine çekmek. Her koşulda gözlemek istediğin şeyi etkilersin. Laboratuvarda bir fizik deneyi yaparken doğal olarak deneyi gözlemek istersin ve sana ışık lazımdır, ışığı açtığında fotonlar subatomik parçacıklara mecburen çarpar ve deneyin sonucuna etki eder.

Felsefe, ideoloji, dünya görüşü adına ne dersen de üç beş Yunanlı bir ağacın altında hadi dünyayı yeniden yorumalayalım dedikleri için doğmuyorlar. Önce fizik bazen en küçük düzlemde atomu yeniden yorumluyor ve bu yeni düşünceler, düşünce akımları doğuruyor. Descartes'ın kartezyen düşüncesi, Newton'un mekanik dünya yorumunun yansıması. Kuantumun maddeyi yeniden yorumlaması da dünyanın parçalar halinde değil, bir organizma gibi hareket ettiği düşüncesini oluşturuyor.

Yani bu kedi eğer atomun içinde bir yörüngede koşturan bir elektron olsa idi aynı anda hem ölü hem de diri olma olasılığı (dalga özelliğinden dolayı) hesaba katılmalı idi. Ancak makro sistemde bu bir paradoksu, çelişkiyi ortaya çıkarır. Yani mikro sistemde hem ölü hem diri ifadesi makro sistemde ya ölü yada diri ile yer değiştirir. Çünkü makro sistemde belirsizlik (uncertainty) ölçülemeyecek derecede küçüktür, kesinlik (certainty) esastır.

Tuhaf bir şekilde Heisenberg'in uncertainty teorisini eleştiri için uydurulan bu alaycı deney pek çok çevre tarafından sanki makro dünya için de böyle bir şey olabilirmiş gibi ciddiye alındı. (tıpkı Hawking'in teorisi ile dalga geçmek için karşıtların uydurduğu Big Bang isminin teoriye yapışıp kalması gibi). Pek çok kişi bu deneyin amacı ile ilgilenmeyip içeriği üzerine metafizik alanda fikirler üretti. Ve işin ucu bir yaratıcıya, Tanrıya kadar gitti. Bir hastalığın belirtileri üzerine semptom tedavisinin en doğru olduğunu, doktora gidip teşhis konulduğunda teşhis yanlış bile olsa hastalığın kesinleşeceğini bu yüzden sadece semptom tedavisinin en doğru yol olduğunu savunanlar var. Her sene sağlık için kontrol yaptıranlardan bazıları ya tetkiklerde bir şey çıkarsa diye kontrol yaptırmıyor. Çünkü bir şeyler çıkarsa bir şeyler belirli (certain) hale geçecek. Halbuki kontrole gidilmezse o bir şeyler sadece bir olasılık olarak kalacak. Bu kişilerin düşüncesine göre; diyelim ki kanser oldunuz, kanserin bir takım belirtileri ortaya çıktı, yapacağınız şey bu belirtilerin tedavisi olmalıdır. Çünkü siz kanser olduğunuzu bilmiyorsunuz, bilmediğinize göre kanser olmama ihtimaliniz de aynı derecede vardır. Ancak eğer ilk belirtiler ortaya çıktığında doktora giderseniz ve size kanser teşhisi konursa artık olmama ihtimaliniz kalmamıştır. Bu düşünce kadere inanma, kendini kadere yada bir yaratıcının tasarrufuna terk etme düşüncesinden başka bir şey değildir. Aşırı dinciler doktora gitmezler, her şey Allah'tandır, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanır Allah isterse iyileştirir, istemezse iyileştirmez gibi söylemleri vardır. Uncertainty teorisinin hayata uygulanması halinde pozitif bilimin içine idealizmin, metafiziğin girebileceğine dikkat çekmek için Schrodinger'in uydurduğu bu alaycı hayali deney tuhaf bir şekilde bu idealizme, metafiziğe yöneliminin asıl nedeni olmuş.

Gözlemcinin deneye katılıyor olması sosyolojide de fizikten örnek vererek kulanılan bir sorunsaldır.
Bir teoriye göre, Fotonların hareketini gözlemleme eylemi, fotonların hareketini değiştiriyor. Diğer bir deyişle gözlemci hiçbir zaman fotonların gözlemlenmediği anda nasıl davrandığını bilemez. Bu da sosyolojiye uyarlanıyor. Gözlemlemek, soru sormak, deneklerin davranış ve cevaplarını format ediyor. Bu engeli aşmak için observation participane (Katılımcı Gözlem) kullanılsa da gözlem eyleminin kendisi gözlemlenen durumun, hareketin, cevabın doğasını değiştiriyor.
Buna, sosyoloğun paradoksu deniyor. Diğer bir deyişle bir Sosyolog, incelediği toplumsal grubu asla çözümleyemez, çözümlemeye çalışmaktadır, grubun zaten içindedir yani aksiolojik nötraliteyi tutturamaz yada zaten çözümlemiyordur.
Dialektiğin etkileyen etkilediğinden mutlaka etkilenir prensibi geldi. Sosyolojide ki uyarlamasına daha uygundur sanırım.
Gözlemci ile gözlenen arasında sürekli bir feedback vardır, bu da çözümü sonsuza kadar uzatabilir. Bir gözlemci yoksa her şey bir olasılık kalabalığından ibarettir, kaostur, hatta zamanın olmasının bile bir nedeni yoktur denilebilir. Ancak bu görüş idealizme gider.

HÜLYA ÇAKICI

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Süleyman Demirel'den bir fıkra ile günümüz :)

Hayat Kişiye Özeldir

Ayağınızdaki 6 Güçlü Nokta